Oyunun romandan daha güçlü bir iletişim aracı olduğuna inanan Jean-Paul Sartre, 1940’lardan sonra yeniden bu türe yönelir. Sartre’a göre yazarın amacı,insanı olduğu gibi değil, eylem içinde göstermek olmalıydı ki bu da ancak, tiyatro türüyle gerçekleşebilirdi. Nitekim 1943 yılında yazdığı ilk oyunu “Sinekler”in anasözü “Eylemim özgürlüğümdür” olmuştur.
İnsanı insan yapan, insanı gerçek özgürlüğüne kavuşturan onun “özgün” eylemidir. Yazarın “özgün” olarak nitelendirdiği eylemse , “Sinekler”deki Orestes örneğinde izlediğimiz gibi, insanın içinde bulunduğu durumu üstlenip onu aşması için yaptığı hareketlerin bütünüdür. 1944’de kaleme alınmış olan “Gizli Oturum”da bu özgürlükten kaçış, kendi olamayan insanın insana tutsaklığı anlatılır. İnsanın kendiyle karşı karşıya gelebilmesi, önce kendine karşı özgür olabilmesi kaçınılmazdır. Kendine karşı özgür olamayan kişi ötekilere bağımlı olmaya mahkumdur. Öte yandan, özgürlüğünü kazanan insan bütün insanlardan , insanlıktan sorumlu hisseder kendini. Çünkü Sartre’a göre özgürlük siyasal bağımlılığı da birlikte getirir. Kısacası Sartre, insanın varlığını doğrulayabilmesi için özgürlüğü seçip bireysel ahlakını/bilincini yaratması gerektiğine inanır.
İlk olarak “Bulantı” romanında (1939) ele aldığı ve giderek geliştireceği bireyci/etik ahlakla ilgili görüşlerini, düşüncelerini işleyen özgün bir yapıttır “Gizli Oturum”. Bize Sartre’ın cehennemini sunar. Yazara göre cehennem, ötekilerin bakışları altında yaşamaya mahkum olma durumudur. Nitekim oyununa önce “Ötekiler” adını yakıştırmış, sonradan “Gizli Oturum” olarak değiştirmiştir.
Sartre, değişik kesim ve yerlerden seçtiği üç kişiyi (kendini bir barış şehidi olarak tanıtan gazetece-yazar Garcin, sevgilisinin intiharına neden olduğu gibi çocuğunu öldüren Estelle, daha baştan kötü olduğunu açıklayan lezbiyen İnes) bir otel odasında buluşturur. Her üçü de ölmüştür ve cehennem diye oraya getirilmişlerdir. Kapısı kapalı, penceresiz, aynasız, sürekli olarak elektrikle aydınlatıldığından hiç uyunamayacak, uykunun yok edildiği bir uzamdır burası. Zaman yoktur. Ölüm de yoktur. Gözler açık yaşanacaktır hep. Gözler açık yaşamaksa, ayna bulunmayan bu belirsiz yerde birbirini kollamaya, birbirinin ‘aynası olmaya’ götürür insanı. Ne ki, birbirinin aynası olmlak yansıyanı gösterdiği gibi, yansıtanı da ele verecektir.
Görüldüğü gibi, bu felsefi oyununda Sartre, kişilerini “cehennem” adı altında dört duvar arasına, dünyamızda bir yere yerleştirir. Çünkü asıl cehennem yeryüzünde, kendi olma özgürlüğünü/bilincini elde edemeyip ötekilerin bakışları altında yaşamak ve onların yokluklarının bizim yokluğumuzu da getireceğine inanmaktır. Ve bir kurban-cellat ilişkisi başlar oyunda. Kişiler birbirlerinin hem kurbanı olurlar hem de celladı. Her söylem ya da eylem, avı yakalam üzere kurulmuş bir tuzaktır. Maskeler giderek düşer, her türlü aldatmaca kalkar. Garcin’in bir korkak olduğu apaçık ortaya çıkarken Estelle, artık deriden beşke bir şey olmadığını açıklamakta; yaşayabilmek için başkalarının acı çekmesine gereksinimi olduğunu söylemiş olan İnes ise, “Ben artık kupkuruyum, ne bir şey olabilir, ne bir şey verebilirim… Ateşle tutuşmaya hazır kupkuru bir dal…” demektedir. Oyunun sonuna doğru birbirlerine mahkum olmuş insanların ilişkileri işkenceye dönüşmüştür artık. Sonsuza dek sürecek olan birliktelikleri işkencenin de hep süreceğini gösterir.
“Bize ne yaptıkları önemli değildir, önemli olan bizi ne yaptıklarıyla bizim ne yaptığımızdır” der Sartre*. “Gizli Oturum”da bundan söz eder.
“Gizli Oturum” elli yıl önce yazılmış bir oyun. Ve bizler hala ne yaptığımızın bilincinde değiliz.
* “Peu importe ce qu’on fait de nous, seul importe ce que nous avons fait de ce qu’on a fait de nous”.