Makale : Oyun Eleştirisi : Fransız Sahnelerinden: Sıradanlar, İddialı Büyük Yapımlar ve Tiyatronun Sınırlarını Zorlayanlar…
Sıradanlar, İddialı Büyük Yapımlar ve Tiyatronun Sınırlarını Zorlayanlar…
Ayda ortalama 150 oyunun oynandığı Paris'e tiyatro görmeye gitmek maddi, manevi cüret işi! İyi yerler (böyle bir amaçla gittikten sonra insan ikinci balkonun ortasından oyun seyretmek istemiyor doğrusu) bizim paramızla 8000-10000 liradan başlıyor. Hadi bunu göze aldınız diyelim, bu kez yer bulma sorunu çıkıyor karşınıza. Tanınan oyuncu ve yönetmenlerin bulundukları oyunları seyredebilmeniz için ya bir hafta önceden yer ayırtmanız, ya da -bütün yerler satılmamışsa- oyunun başlamasından bir saat önce gişenin önünde uzayan kuyrukta yerinizi alıp şansınızı denemeniz gerek. Yine de bir yer edinememişseniz son bir çare daha var: Geri verilen biletleri gözlemek. Olursa tabii! Fransızlar bilet sorununu (!) çözmek için geri vermek işlemini belirli bir düzene sokmaya çalışmışlar ve Paris'in ünlü Madeleine Alanı'nda geri verilen biletleri yarı fiyatına satan bir yer açmışlar. Ama buraya da "zamanında" gitmezseniz birkaç vodvil dışında hiçbir oyuna yer bulamazsınız.
Ekim ayının son günlerinde kısa bir süre için gittiğim Paris'te tiyatro heyecanı doruğuna çıkmıştı. Bir yandan Çin sanatı ağırlıklı Güz Festivali gösterileri sürüyor, öte yandan her gün sabırsızlıkla beklenen yeni bir oyun seyirci önüne çıkıyordu. 171 oyun sahneleniyordu Paris'te ve benim bunlar arasında -kısıtlı zamanımı gözönüne alarak- bir seçim yapmam gerekiyordu. Kısa ve yoğun süren bir danışma, düşünme süresinden sonra büyük seçim yapıldı: Uluslararası üne sahip ustaların çalışmalarının yanı sıra yeni adlarla da tanışacaktım, sivrilmeye başlayan sanatçılarla da.
Paris tiyatroları serüvenim Fransa'da ününü giderek pekiştiren Philippe Adrien'ın yönettiği "Des Aveugles" (Körler) oyunuyla başladı. Oyun, geçtiğimiz yıl yayımlanan aynı adlı romandan tiyatroya uyarlanmış. Yöneticisinden en küçük işlerde çalışanına dek herkesin kör cinayetle sonuçlanan ilişkiyi anlatır. Olayların gidişinde yer yer dramaturjik aksamalar bulunan oyunun ilginç yanları, son derece düzeyli, denetimli bir oyunculukla melodramatik duygusallığa düşmeden kör insanların canlandırılması ve sahne tekniğinin mükemmelliğiydi. Birbirlerine kenetlenen, aynı zamanda ayrı ayrı da kullanılabilen dört sahne çerçevesinin raylar üstünde ileri geri hareket ettirilmesiyle sahnede çeşitli uzamlar yaratılıyor, açılar oluşturuluyordu. Öyle ki, oyunun sonunda seyirci kendini küçücük bir odada kör karı kocayla birlikte hapsedilmiş buldu. Sahne çerçeveleri fonla birlikte ilerlemiş seyirciyi çepeçevre sarmıştı. Böylece görenlerin, görmeyenlerin karanlık ve dar dünyasına somut olarak girmeleri sağlanmıştı.
Philippe Caubère'i Türk sinema seyircisi anımsayabilir. 1983 İstanbul Festivali kapsamında gösterilen Ariane Mnouchkine'in yönettiği "Molière" filminde Molière'i canlandıran oyuncu. Philippe Caubère Ariane Mnouchkine'in kurduğu tiyatroda uzun yıllar çalıştıktan sonra Paris'te kendi tiyatrosunu kurmuş. 1950 doğumlu oyuncu tek kişilik gösteriler yapıyor ve haftada üç ayrı oyunla çıkıyor sahneye: La Danse du Diable (Şeytanın Dansı), Ariane ou L'Age. d'Or I-II (Ariane ya da Altın Çağ I- II). Gösterilerin üçü de iki buçuk saat sürüyor. Ve kendi yazdığı özyaşam öyküsünü anlatıyor salonu doldurup taşıran seyircisine. "Şeytanın Dansı" çocukluk üstüne kurulu; Annesi ağırlıklı Marsilya anıları, küçük Philippe'in düşleri, düş kırıklıkları, aileyi bırakıp Paris'e gelişi, Ariane'la tanışma. Diğer iki oyun, adlarından da anlaşılacağı gibi, Ariane'la olan çalışmaları, tiyatrodaki yaşamı, ilişkileri ele alır. Üç gösteride de Caubère halkı bir hayli güldürüyor, atlıyor, zıplıyor, taklitler yapıyor, türlü kişiliklere bürünüyor, uçmaya bile yelteniyor! Giysi değiştirme de sahnede gerçekleşiyor, birtakım ses etmenlerini de (zil çalması, dışarıdan gelen sesler.!.) kendi çıkartıyor. Oyun bittiğinde insan "Ne enerji!" diye düşünüyor, ya da "Adam dopingli gibi!'! Ama o kadar. Bir şeyler eksik kalıyor bu oyunlarda. Tiyatroyu tiyatro yapan şeyler.... Caubère'in oyunları bir beceri gösterisinden öteye gidemiyor ve tiyatronun salt beceri gösterisi olmadığı bir kez daha doğrulanıyor.

“Cimri” ve “Üç Kuruşluk Opera”
Fransa’nın ünlü bir yönetmeni (Roger Planchon), ünlü oyuncularla birlikte (Michel Serrault, Annie Girardot…) ünlü bir yazarın (Moliere) ünlü bir oyununu (Cimri) sahneliyor. Yer de oldukça ünlü, yani şık: Mogador tiyatrosu. Ortaya çıkansa… Belki Fransız eleştirmenleri, anlayamayacağım nedenlerden, oyunu yılın olaylarından biri olarak selamlayacaklardır ama ben pek o kanıda değilim. Dekor çok güzel: Büyük bir hangara dönüştürülmüş kocaman bir sahne. Aynı uzam içinde değişen yerler, aksesuarlar. Birtakım bölümleri çıkarılmakla birlikte genelde sadık kalınmış bir metin ve metni canlandırmak için bir oraya bir buraya koşturulan insanlar, anlamsız bir sahne trafiği. Oyunun sonunda “beklenmedik” bir olay: Valere ile kızkardeşinin birbirlerini bulma sahnesinde deniz kazasının canlandırılması. Hangar duvarlarının ansızın ikiye ayrılması, dumanlar içinde olaya tanık olmamız, sırt çantalı annenin çocuklarına el sallaması ve bu görkem karşısında seyircinin sonsuz hayranlığı!... Oyunda tiyatrosal olarak ilginç bulduğum tek nokta metindeki uzamların sahnede değiştirilmiş olmaları: Her sahne içerdiği olaya göre değerlendirilmiş. Örneğin, Harpagon’un cimriliğini gösteren ilk sahne onun işyerinde geçiyor, sevgililer önce yatakta sevişirken gösteriliyor, kardeşler evin banyosunda gizli bir görüşme çerçevesinde veriliyor vs. Roger Planchon’un  oyunu, halkın beğenisini kazanmak için yapılan birtakım “hoşluklar”, gözboyamacalar üstüne kurulmuş. Amacına da ulaşıyor. Ama Michel Sarrault’nun son derece başarılı oyunculuğu bile “Cimri”yi “yılın tiyatro olayı” yapmaya yetmeyecek gibi.
Olay yaratması beklenen başka bir oyun da Giorgio Strehler’in yönettiği “Üç Kuruşluk Opera”. Rol dağılımı bile kendi içinde olay yaratacak nitelikte: Mackie’yi Almanların uluslararası oyuncusu Michael Heltau canlandırıyor. Polly’yi oynayan Barbara Sukowa, 1986 Cannes Sinema Festivalinde Rosa Luxembourg rolüyle en iyi kadın yorumcu ödülünü almıştı, ve Jenny’de ünlü şarkıcı Milva! Zengin bir orkestra, muhteşem dekor, giysiler… Strehler ağırlığı çevre düzenlemesiyle oyunculara vermiş. Tekniği, görsel olanakları sonuna dek kullanan yönetmen sahnede yabancılaştırmayı –Brecht ile Weill’ın görüşleri doğrultusunda- müzikle vermeyi seçmiş. Seyirciye yönelik şarkılarla dramatik gerilim yer yer kesiliyor, ardından oyun bırakılan yerden sürdürülüyor.  Tablo ve şarkı adlarının sahne çerçevesinin üstünde ışıklı yazılarla belirtildiği oyunun büyük sürprizlerinden biri, önoyunu oluyşturan “Sustalı Mackie’nin Baladı”nı  Brecht’in kendi sesinden dinlememiz oldu. Yazar, oyununu sunuyor gibiydi bizlere. Tıklım tıklım dolu olan salonda sessizce, heyecanla dinledik onu. İkinci sürpriz son sahnede, “Kraliçe’nin Habercisinin Atla Gelişi”nde  çıktı karşımıza: Habercinin gelişi duyulur duyulmaz klasik operanın tipik dekorlarını çağrıştıran bir panoindi sahneye, aynı anda oyuncular klasik opera giysilerine büründüler ve ciddi mi ciddi bir opera sahnesini oynadılar. Bölme bir sahnenin seyirciye yansıması, doğal olarak eğlendirici oldu. Giogio Strehler “Üç Kuruşluk Opera”yı 1986’da Paris’te sahnelemesinin yalnızca iki nedeni olduğunu açıklıyor: 1) Her bakımdan (müzik, şiir, mizah, dinamizm…) mükemmel olan yapıt genç kuşaklara tanıtılmalıdır; bunun da tek yolu onu sahnelemktir. 2) Oyun, biçim ve içerik olarak bir şey yitirmemiştir, ele aldığı toplum yapısı, sorunlar günümüzde de geçerliliklerini korumaktadırlar.

Ulusoy’un Prometeus’u
Mehmet Ulusoy “Demokrasinin ateşi”ni tiyatronun ateşiyle birlikte yakmaya kararlı görünüyor! Başarıyor da. Aeskilos’un Prometeus’una son derece çağdaş bir biçimde yaklaşan sanatçımız ortaya yepyeni bir öz çıkartıyor: Trajik Prometeus kişiliğinin ardından günümüzdeki demokrasi anlayışı soruşturuyor. Prometeus’un insan dostları için Tanrılardan çaldığı, bu yüzden onların hışmına uğradığı ateş artık yalnızca barışa hizmet etmemekte, insanı yok etmeye yönelik sanayide, nükleer silahlarda kullanılmaktadır. Bu bağlamda ele alınan oyun kişilerine eleştirel bir yaklaşım yapılır. Herbiri çelişkileri, güçlü ve güçsüz yanlarıyla işlenip ve sorunsalın içindeki yerleri –iyiler kötüler ayrımına gitmeden-  belirlenir. Oyunun sanat danışmanı Philippe İvernel  Prometeus’u ”Bugün kendini her zaman olduğundan daha çok arayan bir özgürlüğün söylencesi” olarak tanımlıyor. Alışılagelmiş Prometeus anlayışına çağdaş boyutlar katan bu yaklaşım, doğal olarak biçimi de etkilemiş, değişik bir sahne söylemi gerektirmiş.
Yapıt, 60-70 kişilik bir salonda seyircilerin ortasına kurulmuş dörtgen bir alanda sahneleniyor. Oyunun başlamasından ancak birkaç dakika önce içeri alınan seyirciler yerleşir yerleşmez, alanın ortasında bulunan ve bir kaya yığınını andıran kütle devinmeye başlıyor, oyuncular yavaş yavaş kütleden koparak ortaya çıkıyorlar.  Oyun alanının üstü de ayrı bir uzam olarak değerlendirilmiş: Tepeden sarkan iple örülmüş madeni bir çember aynı zamanda bazı oyuncuların giriş çıkışlarını sağlıyor. Ustalık ve beceri isteyen bu sahne düzenlemesiyle giysiler, Mehmet Ulusoy’la birçok kez birlikte çalışmış olan Michel Launay tarafından gerçekleştirilmiş. Ayrıca, Türk ve Arap motifleriyle bezenmiş müzik, 25 yüzyıl önce Eski Yunan’da yazılmış, 1986’da Paris’te Cezayirli bir kadının (Cemile Salah) başarıyla çevirip uyarladığı ve bir Türkün sahnelediği oyunun evrenselliğini vurguluyordu. Mehmet Ulusoy’un oyunundan çıkarken, Paris’te yabancı tiyatrolar görmeye gelmiş olan ben, aradığım çağdaş tiyatro anlayışını bizden bir sanatçıda bulmanın heyecanını yaşıyordum.

“Değiş-Tokuş”
Antoine Vitez’in yönettiği “L’Echange” (Değiş-Tokuş”) oyununun Paris’te tutulup tutulmayacağını bilmem ama, Mehmet Ulusoy’unkiyle birlikte bana en çok tiyatro keyfi veren oldu. Fransız Paul Claudel’in 1893’te New York’da yazdığı yapıt –yazarın diğer oyunları gibi- söz üstüne kurulu. Antoine Vitez’in yaptığı, bu sözlerin tiyatrosunu oluşturmak, onları sahnede oynatmak. Oyunu görmeyince inanılmaz geliyor ama, öyle. Vitez gerçekten bir sahne büyücüsü! Claudel’in şiir dolu metninin her sözcüğünü, her söylemi tek tek inceleyip, değerlendirip oyuncuyla bütünleştiriyor. “bu kurgu varlıklarının içleri, ta içleri, tam anlamıyla ruhları, dilleriyle verilmiş. Bu dili adım adım izlemek gerek, onu yeniden ele almak, ona yüklenmek gerek. İşte o zaman her şeyi buluruz: Hareketleri, geçmişi, kişilerin gizli öykülerini…” diye açıklıyor Vitez . Ardındoan yazara teşekkür etmek gerektiğini belirtiyor: “…çünkü, diyor, dilimizi öğretiyor bize…bu sanat dili daha doğru, diyalogcuların diyaloglarından daha doğal. Evet, diyor Claudel, siz böyle konuşuyorsunuz. Ve yine bu yolla tiyatro halka ayna tutuyor.”
Alabildiğine geniş/ genişletilmiş bir sahne. Ortasında bir ağaç var. Ağacın altında bir iskemle, bir de dikiş sepeti… Ve dört oyuncu. 2099 kişilik salona soluk aldırmadan üç buçuk saat oynuyorlar. Sahnenin asal öğeleri oyuncular ve sözcükler. Oyuncuların başka aksesuarları da söylemleri. Her sözcükten bir oyun çıkartılıyor neredeyse, bundan büyük bir tat alınıyor ve bu tat seyirciye aktarılıyor. Hiçibir şey rastlantıya bırakılmamış, en küçük ayrıntı bile düşünülmüş, çalışılmış ama her şey kendiliğinden akıyor gibi. Her sahne olağanüstü ışık oyunlarıyla (seyirci geçişlerin ayrımına varamıyor) ayrı bir görünüm alıyor, tablolaşıyor. Yönetmenin büyük sahnenin her yerini doldurmak gibi bir kaygısı yok. Çünkü sahnede “boşluklar” değil,  oyuncuların yoğun varlıklarıyla, giriş çıkışların bilinçle kullanılmasının  sonucu anlam kazanan “oyun uzamları” var. “Bir dizenin ya da tümcenin sözcükleri şairin duygularının izleridir” der Claudel. Antoine Vitez, şairin duyarlılığına tiyatro duyarlılığını da katarak belleklerde kolay kolay silinemeyecek izler bırakacağa benziyor.
Paris tiyatroları serüvenim burada sona eriyor. Fransa’nın başkentinden tiyatro görünümleri aktarmaya çalıştım sizlere. İzlenimlerime gelince…Vodvil ve bulvar tiyatrolarını bir yana bırakacak olursak (bunlar kendi içlerinde ayrı bir inceleme konusu)geriye kalanlar üç öbekte toplanabilir:
1) Seyircilerin beğenilerine yönelik, tiyatroya yeni boyutlar katma kaygısı taşımayanlar,
2)Strehler, Planchon’un yaptıkları gibi iddialı, büyük yapımlar. Eski biçimleri kusursuz bir sahne tekniğiyle yenileştirme çabaları, bir tür Eski’nin Yeni’si.
3)Yeni biçim ve özler peşinde koşan azınlıklar: Mehmet Ulusoy, Antoine Vitez…Tiyatronun sınırlarını zorlayanlar, seyirciyi ve kendilerini kandırma yolunu seçmemiş olanlar.
Birtakım sorunlar ülkeden ülkeye değişmiyor gibime geliyor. Değişen yalnızca boyutlar…
  • YAYIN ADI:
    Milliyet Sanat Dergisi
  • YAYIN TARİHİ :
    Aralık 1986
*
*
aile, a. fugard, antigone, ast, a. vitez, anlatı, bilsak tiyatro, bilsak tiyatro atölyesi, b. karasu, b. necatigil, birey, brecht, boulgakov, baskı, birey olma, bir halk düşmanı, beden, bakış, bakan, bakılan, baktırma, büchner, chéreau, cinsellik, claudel, çağdaş türk tiyatrosu, çağdaş tiyatro, çocuk/birey, çehov, çocuk oyunları, çocuk tiyatrosu, çağdaş sahne tasarımı, dil/beden, damıtılmış kırmızı, doğu-batı uygarlığı, dil/düşünce, düş/gerçek, dil ve düşünce, dram, danton'un ölümü, doksanüç, dil, dramaturgi, dramaturg, dostoyevski, dekor, dil arayışı, ellen stewart, eylem/özgürlük,