Makale : Oyun Eleştirisi : Fransız Sahnelerinden: Paris, Tiyatrolar ve Düşündürdükleri
Paris, Tiyatrolar ve Düşündürdükleri
Beş yıl aradan sonra Paris'i yeniden görmek demek, kendini bir kültür cümbüşünün ortasında oraya buraya koşuştururken bulmak demek. Hele tiyatroyla yakından ilgiliyseniz ve de mevsim başında orada bulunuyorsanız işiniz daha da zorlaşır. Bu kez yapacağınız, yeni oyunların tarihlerini kollarken (önemli adlar varsa daha oyun başlamadan on beş günlük biletlerin tümü satılıyor) görmek istediğiniz eski oyunların peşine düşmektir. Bunun için de haftalık Paris rehberini iyice tarayıp hemen harekete geçmek gerekir.
Ekim ayı başında Paris'te sahnelenen oyunlara genel bir bakış insanın dikkatini önce şu noktaya çekiyor: Fransız tiyatrolarında roman ya da şiir uyarlamaları ve tek kişilik oyunlar çoğunlukta; özgün tiyatro metinleri arasında da yeni yazarlara rastlamak oldukça güç. Uyarlamalarda genelde Fransız klasikleri yeğleniyor: Diderot (Rameau'nun Yeğeni), Voltaire (Voltaire Çılgınlıkları), A.Dumas (Kamelyalı Kadın), Baudelaire (Baudelaire Fantezileri), Arthur Rimbaud (Cehennemde Bir Mevsim)... Bu durum karşısında seyredeceğim oyunların özgün tiyatro metinlerinden sahnelenmiş ve de birkaç bildik klasiğin yanı sıra yeni sanatçılarca yaratılmış olmalarına dikkat ettim.
"Hafiften Kanlı" (Légèrement Sanglant), "Bir Varmış Bir Yokmuş" diye başlıyor ve size hem her an yaşayabileceğiniz, hem de hiçbir zaman yaşayamayacağınız bir masal anlatıyor. Öyle tatlı, gülünç bir masal ki bu, seven öldürmek, sevilen ölmek ister, anneler ürkünç, babalarsa memeli annelerdir, çocuklar şeytan gibidir, kan ise bir eğretilemedir ancak. Jean - Michel Rabeux'nün yazıp yönettiği oyun Cinsiyet/Aşk ilişkisini soruşturuyor, yerleşik kanıları kırmaya çalışıyor. Ele alınan soruna yaklaşımın yanı sıra, oyunculuk ve sahne kullanımı olarak da son derece ilginç, özgün bir yapıt "Hafiften Kanlı", bu yılın en başarılı oyunları arasında yer alacağa benziyor.
Yine masalsı bir hava içinde sevgiyi, aşkı soruşturan ve değişik bir anlatımı benimseyen bir başka oyun: "Yaz" (L'été). Roman Weingarten'in I966'da yazdığı oyunu, yönetmen Gildas Bourdet şaşırtıcı bir duyarlılık, mizah ve tazelikle sahneliyor. Oyuncuların olağanüstü başarısını da unutmamak gerek. Bir bahçe var, seyirciler oyuncuların hemen yanında burada oturur. Bahçeye dadanmış iki de sokak kedisi var, biri bir sivrisineğe (Manon) aşık. Bunları da iki oyuncu canlandırıyor; hiçbir abartıya ya da oyunculuk gösterisine kaçmadan, Shakespeare'in, "Bir Yaz Gecesi Rüyası"ndakine benzer bir dünya seriyorlar önümüze. Biri erkek, biri kız, iki de kardeş var; bir de, evde kaldıklarını bildiğimiz ama görmediğimiz iki sevgili. Âşıklar ortalığa hiç çıkmazlar ama aşk giderek çevredeki tüm canlıları etkisi altına alır ve herkes, mutlu mutsuz yanlarıyla, yaşanacak bir aşk bulur kendine. "Her dramatik güç, ifadenin değil, anıştırmanın üstüne kuruludur” diyor Weingarten. Düşüncesini de başarıyla uyguluyor oyununda, ama simgeselliğe kaçmıyor bu arada, tam tersine, yönetmeniyle birlikte somut, duyarlı bir tiyatro çıkarıyor karşımıza.
“Vanya Dayı”yı , Fransız Tiyatrosuna büyük emeği geçen Pierre Debauche’un yönetiminde seyrettim. Dibe doğru daralarak ağaçlarla sona eren beyaz bir kutuya dönüştürülmüş ilginçbir sahnede (yan kulislere kutudan açılan kapılardan giriliyordu) oynanıyordu. Bana öyle geliyor ki Latin ülkeleri, birkaç istisna dışında, Rus oyunlarının, özellikle de Çehov’un, hakkını pek veremiyor. Oyuncular ne kadar yetenekli olurlarsa olsunlar, biçemleri, Çehov’da çok belirgin olan o Rus duyarlılığına, gestus’una aykırı kaçıyor sanki. Debauche’un yaklaşımında da aynı şeyleri hissettim. Oyuncuların gereksiz devinimleri sözcüklerin gücünü zayıflatıyor, etkilerini azaltıyordu.
“Cinzano ve Smirnova’nın doğumgünü” bir glasnost oyunu. Yazarı: Ludmila  Petruçevskaya. Aynı yazarın bir başka oyununu da Paris sahnelerinde görmek olası. İlk bölümü üç erkek, ikincisi üç kadın arasında geçen yapıt Rus insanının çaktiklerini, yaşamak zorunda bırakıldığı durumları anlatma amacında. Ama “anlatma”dan, yani bunları birtakım kişilere söylettirmekten öteye gidemiyor, ayrıca söylenenler de aşağı yukarı hep aynı şeyler. Öte yandan, oyunculuk olsun, sahneleme olsun, insanı, Paris gibi bir kültür ve sanat kentinde  şaşırtacak düzeysizlikteydi.
“Kontrabas”, Türk okuyucusunun “Koku” adlı romanıyla yakından tanıdığı Patrick Süskind’in tek kişilik oyunu. (İki ayrı Türkçe çevirisi yapıldı). Kontrabas çalan bir müzisyenin çalgısının yaşamındaki yerini anlatırken, onun kişisel sıkıntılarını, çıkmazlarını açığa çıkaran sevimli bir komedi. Metni önce kendine göre değiştiren oyuncu Jacques Villeret, sahnede seyircinin tutumuna göre birtakım eklemelere gidiyor ve Süskind’in oyunundan oldukça uzaklaşıp neredeyse tuluata dayanan bir çalışma çıkarıyor.  Villeret bununla da yetinmiyor, yeni metni bir de şaklabanlığa yaklaşan hareketlerle süslüyor…. Tiyatrodan çıkarken yitirdiğim zamana, bir de Süskind’e acıdım.
Paul Claudel. Uzun bir aradan sonra Fransızların on yıldır yeniden ele aldıkları, yeniden okudukları, yeniden değerlendirip baş tacı ettikleri sevgili yazarları. Philippe Adrien, tanrıtanımaz bir sanatçı, Paris’in en avangard topluluklarından biri olan La Tempete’de inançlı biri olan Claudel’in  en dinder oyunlarından birini, “Meryem’e Verilen Müjde”yi (“L’Annonce faite a Marie”)  sahneliyor. Sonuç: Büyük bir tiyatro şöleni. “Claudel’in şiirsel dehası, tiyatrosunun benzersiz dinamiği, onun kutsal olana karşı duyduğu garip pagan sezgisinde yatar” diyor Philippe Adrien. Gerçekten de, Claudel’in şiirsel dilini, sahnede yarattığı imgelerle öyle bağdaştırmış ki ortaya her sahnesi uzamıyla, ışığıyla, oyunculuk ve sahneleme biçemiyle bir Ortaçağ tablosunu oluşturan bir tiyatro çıkmış. Yönetmen, Claudel’in dilini adım adım izleyip, onu yeniden ele alıp sahnelerken oyuncular, canlandırdıkları kişilerin ruhlarını söylemleriyle vermeye çalışıyorlar, bunu yapaken de son derece düzeyli ve denetimle bir oyunculuk sergiliyorlar.
Paris’te tiyatro mevsimi henüz başlıyor. Kısa bir süre içinde heyecanla beklenen başka oyunlar da çıkacak seyirci önüne. Tiyatro metni sıkıntısı çektiği repertuarından belli olan Fransız tiyatrosunda yaratıcılar, yazarların kendilerine yeni metinler sunmalarını beklemiyorlar; eski oyunlarla yetinmek istemiyorlarsa kendileri yazıyorlar metinlerini, yada uyarlamalara, kolajlara gidiyorlar. Kendilerini ifade edebilecekleri bir metni bulup yahut yarattıktan sonra ağırlığı “sahneye” veriyorlar ve tiyatronun önce sahne olduğunun, yani belirli bir seyirci karşısında oyunculuk, yönetmenlik olduğunun, yani belirli bir seyirci karşısında oyunculuk, ışık, dekor, kostüm vs. bütünü olduğunun bilincinde olarak sürdürüyorlar çalışmalarını, araştırmalarını.
Beş yıl aradan sonra Paris’i yeniden görmek, yalnızca kentin nasıl güzelleştiğine tanık olmak değil, son gidişimde oldukça durağan bulduğum tiyatronun yavaş yavaş nasıl devindiğini, kendi yolunu bulmaya çalıştığını izlemek oldu.

  • YAYIN ADI:
    Milliyet Sanat Dergisi
  • YAYIN TARİHİ :
    15 Ekim 1991
*
*
aile, a. fugard, antigone, ast, a. vitez, anlatı, bilsak tiyatro, bilsak tiyatro atölyesi, b. karasu, b. necatigil, birey, brecht, boulgakov, baskı, birey olma, bir halk düşmanı, beden, bakış, bakan, bakılan, baktırma, büchner, chéreau, cinsellik, claudel, çağdaş türk tiyatrosu, çağdaş tiyatro, çocuk/birey, çehov, çocuk oyunları, çocuk tiyatrosu, çağdaş sahne tasarımı, dil/beden, damıtılmış kırmızı, doğu-batı uygarlığı, dil/düşünce, düş/gerçek, dil ve düşünce, dram, danton'un ölümü, doksanüç, dil, dramaturgi, dramaturg, dostoyevski, dekor, dil arayışı, ellen stewart, eylem/özgürlük,