Sabahattin Kudret Aksal 1948'den bu yana oyun yazıyor. Onun tiyatro çizgisini izlemek, içinde yaşadığı zamanı anlama ve onu yeniden yaratma zorunluluğu duyan sanatçının geçirdiği aşamalara, gelişimine tanık olmaya götürür insanı. Yazarın yapıtlarına toplu bir bakışın sonucunda ortaya çıkan ilginç bir nokta da, dokuz, oyununda da hep aynı temayı, köşelerine sıkışmış, sıkıştırılmış insanların var olma savaşımını, işlemiş olmasıdır.
Ele aldığı konular ve bunları biçimlendirme açısından 1960 öncesi ve 1960 sonrası olarak kümeleyebileceğimiz oyunların ilk bölümü (Evin Üstündeki Bulut, Şakacı, Bir Odada Üç Ayna, Tersine Dönen Şemsiye) bir ev ortamında geçer. Tümü de gerek dil, gerekse yapı olarak klasik biçimde yazılmıştır ve Evlilik Kurumu'nun bireyler üstündeki baskısını anlatır. Evliliğin ev ile imgeleştiği bu oyunlarda ev öğesi kendi içine kapalı, dıştan kopuk bir koza gibidir, içinde bir türlü “kişilik” olamamış, birbirlerine sımsıkı kenetlenmiş, mutlu bir birlik olduklarını sanan kişileri barındırır. Dıştan en küçük bir “araya girme”, “İç”in pamuk ipliğine bağlı dengesini altüst eder, maskeler düşer; ama çok geçmeden yaşanılan sarsıntı atlatılır, yeniden eski “denge”ye kavuşulur. Evin Üstündeki Bulut'da eve gelen misafir, herkesin özlemini çektiği yaşamın kapısını açacak anahtar işlevi görür. Bir kıpırtı, bir kabarmaya tanık oluruz; ne var ki hiç kimse kendi küçük dünyasının dışına çıkabilmek için gerekli güç ve cesareti bulamaz kendinde. Şakacı'da dışarıdan gelen bu kez ölen babanın hayalidir. 0nun eve girmesiyle birlikte, en küçük bir çıkar söz konusu olduğunda aile yapısının duyarlı dengesinin nasıl da çabucak bozulduğu ortaya çıkarken, babayla simgeleştirilen sıkı aile düzeninin insanları etkinsizliğe sürüklediği anlatılır. Bir Odada Üç Ayna'da Dışarı'dan İçeri'ye nasıl girildiğine tanık oluruz. İnsanlar boş bir eve gelirler bu oyunda. Boşluğu eşyalarla doldururlar. Eve giren herkes, yaşamdaki hedefi ne olursa olsun, dönüşü olmayan bir düzenin, bir kısır döngünün içinde bulur kendini. Kurtulması neredeyse olanaksız bir alışkanlıktır bu. İnsanların bir şeyler bekledikleri, elde edemedikleri ama -ötekiler gibi- yine de bekledikleri bir tutsaklık. Ve zaman hiç yaşayamayan, hayatlarını tüketmekle yetinen bu insanları da eşyaları gibi, konuldukları yerde eskitir gider. Tersine Dönen Şemsiye'de eskiye bağlı bir yaşam sürdürmeye çalışan aileyi, toplumun değer yargılarının çok dışında yaşayan genç şair karıştırır. Gelenek ve göreneklere bağlılığın çatlak verdiğini görürüz bu oyunda; tüm çelişkiler, çatışmalar da bundan doğar. “Terbiyeli” bir insan olarak yetiştirilmeye çalışılan genç kız, günü gününe hesaplanmış, ayarlanmış bir yaşamdan kaçmaya çalışmaktadır. Öte yandan; genç şairden çok, kendi kafasında yarattığı imgesini sevmekte ve bu imgenin, şiirlerinde kendinden söz ederek kalıcı kılacağını ummaktadır. Oyunun sonunda yengi yine düzenindir.
Sabahattin Kudret Aksal, 1960 sonrası oyunlarında (Kahvede Şenİik Var, Kıral Üşümesi; Bay Hiç, Sonsuzluk Kitabevi, Önemli Adam) aynı temayı daha geniş açıdan, onu konu ve biçim bakımından daha soyutlayarak ele alır. Burada toplumca onay görmüş, kesin doğruluğuna inanılmış birtakım değerler, mitoslar eleştirilir; kişiliksizleştirmenin yerini hiçleştirme alır. Bunun ilk belirtisi, önceki döneminde -bir oyun dışında (Bir Odada Üç Ayna)- kullanılan kişi adlarının kalkmasıdır. Öte yandan, olayların geçtiği yerler belirli bir mekanı göstermekten çok, birtakım durumların yaşandığı uzamlara dönüşürler. Bunlara simgesel anlamlar da yüklenmemiştir, yalnızca insanları karşılaştırmak, onları buluşturup konuşturmak için vardırlar. Sahnede yer alması gereken nesneler için de aynı yaklaşım geçerlidir. Birer simge olmaktan çok, oyun için gerekli asal öğeler olarak görülmüşlerdir, tümü birer gösterge olarak yerlerini alacak basit eşyalardan oluşacaktır.
1960 sonrası oyunlarının kişileri de kendilerine verilmiş birtakım durumların içine kapanıp kalmışlardır. Aralarında konumlarının gerektirdiği rolleri oynayıp dururlar; bir kandırmaca üstüne kuruludur düzenleri. Hiçbir zaman kendileri olamamış, olmalarına izin verilmemiş insanlardır bunlar. Her türlü siyasal, toplumsal etkinlikten uzaklaştırılmış, bireyi yok eden bir ortamda yaşamak zorundadırlar. Kıstırıldıkları köşelerinden çıkabilmek için harcanan her çaba ya düş kırıklığıyla son bulur, ya da ölümle. Kral Üşümesi’nde Kıral, atalarının kurduğu, onun da temsilcisi olduğu baskı düzenindeki tek sesin, yani tekyanlı düşüncenin gerçek anlamıyla düşünce olamayacağını kavrar. Ama en küçük bir değişiklikten bile rahatsız olan eski düzene alıştırılmış kişilerce anında yok edilir: “Kuklalar ipleri kesip onları ortada bırakan kuklacıyı bağışlamazlar. Oysa Kahvede Şenlik Var’ın kuklalaştırılan insanları iplerini kesmeyi düşünmek bir yana, kendilerine verilen oyunu sonuna dek kıyasıya oynarlar. Tüm değerlerin bir pazarlık aracına dönüştüğü, gerçek anlamlarını yitirdikleri bir kısırdöngüye kapılmışlardır. Her şeyin, değer yargılarının beklentilerin, duyarlılıkların kalıplaştığı bir dünya serilir önümüze. Bay Hiç’teki kişiler, “umutlarını koruyabilmek için o konuda hiçbir şey yapmamayı öğrenmişlerdir. Umutlarını korudukları gibi, küçük iskambil kağıtlarıyla kurdukları büyük kuleleri de yıkılmasın diye özen gösterirler. Dışarıdan sıcak ve insanın genini yakan çürük kokusu gelmektedir evlerin içine, karanlık bastıkça koku da kötüleşir. Çevresindeki her şeyin hiçliğe doğru ittiği Erkek, sonunda bu durumu benimsemiş, “kılıçlardan kaçan istavritler gibi “yaşamayı seçmiştir. Kadın gibi hiçliği sevmeyenlerse ister istemez hiçliğe sürüklenirler. O büyük fabrika/mekanizma insanı eğer, büker, eğitir, öğütür. Oyunun sonunda, kendi ışığını söndürüp başkalarının ışığına bakmakla yetinen Bay Hiç, karşıdaki ışıkla karşılaşınca kendi karanlığına dönüp yeniden uzaklardaki ışıklarla yetinmek ister. tek başınalıktan kurtulmak için Bay Hiç’le yaşamaya bile razı olan, hatta ona yalvaran kadın reddedilince, “anlayışlı kadın” maskesini takıp kendi köşesine sinmek zorunda kalacaktır.
Sonsuzluk Kitabevi’ndeki adam, bir başka Bay Hiç’tir. Ama onun tersine, hiçliğe boyun eğmek yerine sonsuz olmak ister, ancak böyle var olabileceğine inanır. Yolunu da bulmuştur: Sonsuzluğa ulaşmış büyük yazarların kitaplarını kendi adıyla imzalayıp birilerine göndermek. İnsanları hiçleştiren, onları tekten bir toplumun basit bir tüketicisidir bu adam; tüketirken kendi de tükenir.
Önemli Adam’da da, yazarın deyimiyle “hıçkırmakla haykırmak arasında yaşayan” insanlar anlatılır. Günden güne her şeyin çöpleştiği bir dünyada yaşarlar, yaşamak zorundadırlar. Dış’la tek ilişkileri toz altında kalmış telefonlardır. Bir özgeçmişleri bile olduğunu anımsamakta güçlük çeken bu bu karı koca birbirlerine mahkum edilmişlerdir sanki. Hiç yalnız uyumamış, sokağa çıkmamış, düşünmemişlerdir bile. Kabuğundan sıyrılıp kalıcı olmak isteyen Erkek, ölmeden önce, “varlıkla yokluğu yorumlayan” bir konuşma yapmak ister. Bir sürü engeli aşıp dışarı çıkmayı başarırsa da geri döner hemen. Artık çok geçtir. Evdeki telefonlar sökülüp tavanarasına kaldırılır.
Sabahattin Kudret Aksal’ın 1960 sonrası yazdığı oyunların kişileri dillerinden soyutlanamazlar. Bunlar söylemleriyle vardırlar çoğunlukla; söylem kişiyi belirler. Başka bir deyişle, yazar, düzenin çürümüşlüğünü kukla olarak gösterdiği insanların dilleri aracılığıyla da verir. Bunu yaparken günlük yaşamda sıkça kullanılan birtakım söylemleri tiyatrolaştırır: Onları öyle bir biçim ve durumda söyletir ki, sözcüklerin ardına gizlenmiş olan toplumsal koşullanmalar çıkar ortaya, söylemler başka anlamlar yüklenir, işlevleri değişir. Konuşmalar artık diyalogdan çok ardarda sıralanan ve birbirinden kopuk tümcelerdir. Soluksuz, dinlemeden, dinletmeden, yinelemelerle söylenirler. Sabahattin Kudret Aksal’ın kişileri kendi dillerini değil, onlara verilen dili konuşmaktadırlar; içi boşaltılmış bir dildir kullandıkları. Doğal olarak düşünceler de söylemler gibi kalıplar halinde dökülür ortaya, renksiz, basmakalıp; hareket ve davranışlarla eşgüdümlü. Aslında düşünca atılmıştır kafalardan ve dilleriyle birlikte insanlar da tükenmektedir. Dil, iletişim aracı olmak yerine isterik bir boşalma aracıdır sanki ve hiçbir bireyselliği yoktur. Çokseslilik görüntüsünün ardından ürkütücü bir tekseslilik baskısının egemen olduğu bir ortamda insanlar tekdilli olmaya, dolaysıyla tekdüşünceye mahkumdurlar. Bu da mutlak bir kımıltısızlık demektir, yani ölüm. Nitekim başka bir dil adına kendi dilleri yok edilen insanlar da yok olmaya hükümlüdür.
Sabahattin Kudret Aksal tiyatrosunda seyirci önce konunun dışında tutulur, ne ki oyunun sonunda sahnedeki her şey yıkılır ve hepimizin içinde yaşadığı bir toplumun gizli yüzü çıkar ortaya. Hedef bizizdir artık. Oyun biter. Sorgulama başlar.