Makale : İnceleme : Oyun Metni: Çağdaş Türk Tiyatrosunda Şiddet Görünümleri
Çağdaş Türk Tiyatrosunda Şiddet Görünümleri
Çağdaş Türk Tiyatrosu'nda şiddet olgusunu irdelemek amacıyla genelde gündemde olan yani sık sık sahnelenen, söz konusu edilen ya da son yıllarda seyirci önüne çıkmış oyunlara bakıldığında bunların çoğunun 1980'li yılların ürünü olduğu görülür. Gerçekten de, sözü edilen yıllarda yazılmış olan tiyatro metinlerinin büyük bir bölümü dikkati çekecek biçimde şiddeti içermekte, şiddet ya dramatik eylemi oluşturmakta ya da onun gerçekleşmesini sağlayan ana etmenlerden biri olarak çıkmaktadır karsımıza.Kimler arasında ve hangi düzlemde yaşanmaktadır şiddet? Hangi zaman ve uzam diliminde yer almaktadır? Sahnede somut olarak var mıdır yoksa sahne dışında mı gerçekleşmektedir? Seyircinin konumu nedir? Seyretmekle mi yetinmektedir? Suçlanmakta mıdır, yoksa oyun bittiğinde karmakarışık mı çıkmaktadır tiyatrodan? Yapıtlarında şiddeti işlemeyi seçmiş yazarlar nasıl bir son hazırlamışlardır sahnede kurdukları dünyaya?.. Ve daha birçok soru giderek bir şiddet toplumuna dönüşen ülkemizde günlük yaşamın içine sızmış olan, her türlüsünü dolaylı veya dolaysız olarak yaşadığımız şiddetin sahneye yansıma biçimlerini araştırmaya yöneltti bizi. Ancak bu çalışmadaki amaç, akla takılan soruların kesin yanıtlarını bulmaktan çok, doğru sorulardan yola çıkarak doğru ipuçlarını yakalayabilmek ve sağlıklı yaklaşımlarda bulunabilmek olacaktır. Yine aynı doğrultuda, taranan oyunların seçiminde özellikle şiddetin ana eylemle olan bağlantısına bakılmış, çeşitliliği ve renkliliği, gözetilmiştir.Yukarıda da belirtildiği gibi, araştırmaya konu olan oyunların neredeyse tümü 1980'den sonra yazılmıştır: Çıkmaz Sokak (Tuncer Cücenoğlu), Kuğular Şarkı Söylemez (Ferdi Merter), Uzaklar (Ülker Koksal), Kardeş Sofrası (Yesim Dorman), Karanlıkta İlk İşık (Ülker Koksal), Giordano Bruno (Erhan Gökgücü), Yalnızlığın Oyuncakları (Memet Baydur), Taziye (Murathan Mungan), Bir Ceza Avukatının Anıları (Faruk Erem), Çöplük (Turgay Nar), Gılgamış (Zeynep Avcı). Bunların dışında ele alınan iki yapıttan biri olan Erdoğan Aytekin'in Kırmızı Sokağın Suzanı adlı oyunu 1979 tarihlidir ve kendi türünün ilginç bir örneğini oluşturur. Öteki oyun ise Adalet Ağaoğlu'nun 1971 yılında yazdığı ve gerek yapısı, gerekse şiddetin değişik bir yansımasını göstermesi bakımından atlanmaması gereken önemli bir yapıt olan Kozalar'dır. Çeşitli şiddet düzlemleri açısından taranan oyunlarda çoğunluk devlet/insan, toplum/Birey ve düzen/insan arasında baskı sonucunda oluşan şiddet ilişkisi işlenmektedir. Karşılıklı olarak gelişen şiddet üstüne kurulu olan Çıkmaz Sokak'ta Kurban/Cellat ilişkisine, ama kurbanın cellata cellatın da kurbana dönüştüğü bir duruma tanık olunur. Oyunda, Yunanistan'da 1967 yılında yapılan ve 1974'e dek ülkede kesin bir devlet şiddeti estiren darbenin ilk yılında tutuklanıp işkence gören, ardından suçsuz bulunup bırakılan bir genç kızın yedi yıl boyunca aradığı işkencecisini bulup, onu tuzağa düşürmesi ve işkence yapması anlatılır. Daha perde açılır açılmaz bir şiddet havası sezilir sahnede: Çan sesleri, gök gürültüsü, tabancasını denetleyen sırtı seyirciye dönük kız...Oyunun ikinci asal kişisi olan işkenceci polisin de söylem ve davranışı, en romantik anlarda bile, örtük ya da açık, belirli bir şiddet duygusu yaşatır seyirciye. İyi ki devrim olmuştur da komünistler hizaya gelmişlerdir, megaloideadan yanadır, sevgilisine tabancayla şaka yapar, onu öyle bir sevecektir ki kemiklerini kıracaktır... Polis iki kız kardeşçe tuzağa düşürülüp sıkıca bağlandığında ise roller değişir, cellat kurban kurban da cellat konumuna girer. Ve öç almak adına, eski kurban, kendine yapılmış olanı olduğu gibi uygulamaya kalkar. Bir başka deyişle, ondan yaptıklarının hesabını sorarken kendi de aynı yola başvurur. Ablasının tuzağına yardımcı olan kız kardeş oyunun sonunda durumun ayrımına varır, ne ki "Var mı bunları yargılayacak bir organ?" sorusuna yanıt bulamayacaktır. Yeni cellat yeni kurbanın ensesine tabancayı dayadığında sahne donar. Son, seyirciye bırakılmıştır.

Ölüm cezası
Bir Ceza Avukatının Anıları, şiddete başvuranlara karşı devletin, hem de yasal yollardan uyguladığı en büyük şiddeti, idam cezasını ele alır. Üstelik bu ceza, bildik işkenceler dışında, başka tür bir işkenceyi de kapsamaktadır. Ölüm cezasının verilmesi ile yerine getirilmesi arasında geçen o dayanılmaz, uzun süreç. Oyunda aktarılmak istenen diğer bir duyarlı nokta da, devletin suçluyu idam yoluyla cezalandırmayıp onu ömür boyu hapse mahkûm etmesidir. Yaşamının geri kalan bölümünü dört duvar arasında geçirmek istemeyen, daha doğrusu, bunu göze alamayan mahkûm, bu kez kendi kendine karşı şiddet uygulamakta, intihar etmektedir.Oyunda epizodik bir biçimde aktarılan yaşanmış olayların amacı, idam cezalarının halkça rahatlıkla onaylanıp devletçe uygulandığı bir ülkede, seyircinin dikkatini bir de olayın insan boyutuna çekmek ve onu söz konusu ceza üzerine yeniden düşünmeye yöneltmektir. Adalet hiç yanılmaz mı? Yanıldığını anlayınca nasıl geri dönecektir? Daha açık bir deyişle, asılan bir kişinin suçsuz olduğu sonradan anlaşıldığında yanlış nasıl düzeltilecektir?.. Devletin kimleri yaşatmak için kimleri öldürmesi gerektiğinin bir kuralı olup olmadığını soran yazar, suçluyu cezalandırmadan önce onu bu suça iten ekonomik, toplumsal, siyasal ve hatta ruhsal nedenleri de araştırmanın zorunluluğunu vurgular.Temelde Kubilay olayını sahneye getiren ve bu bağlamda bakılacak olursa din bağnazlığı/özgür düşünce çatışmasının içerdiği şiddeti işleyen Karanlıkta İlk İşık, aynı zamanda devletin kabagüç uygulayışını da gözler önüne sermektedir. Oyunda Kubilay’ın katledilişini hazırlayan olaylar, ülkeye egemen olan gergin hava aktarılır seyirciye. Bir yanda Cumhuriyet hükümetine karşı çıkan, silahlı adamlarıyla şeriatı ilan etmek isteyen, bunun için de kan dökülmesinin şart olduğunu düşünen yobazlar vardır, öte yanda tiyatro oyunlarını ve filmleri sıkı denetimden geçiren, komünist avına çıkmış bir hükümet. Ayrıca giderek büyüyen ekonomik kriz, parasal çıkarlar yüzünden tekkelere sığınan yoksullar ve devrimlere karşı bir tepkiye dönüşen İzmir mitingi. Ve Kubilay olayı.Ve sıkıyönetim, mahkemeler, yasaklar... Ve devlet kaynaklı başka bir şiddet gösterisi: Suçlu bulunanların istasyon, çarşı, lokanta önü gibi halkın görebileceği noktalarda asılmaları.Toplumsal değerlere uymayanlara ya da toplumca onaylanıp yaşama geçirilmiş kuralları çiğneyenlere karşı toplumun giderek şiddete dönüşen baskısı da tiyatro yazarlarının ele aldıkları sorunlardan biridir.Eşcinsel olma, AİDS hastalığına yakalanma durumlarında toplumun bireye yaklaşımı, onu reddetmeye hatta yok saymaya (yok etmeye) dek varan tepkici davranışı Kuğular Şarkı Söylemez'de dile getirilir. Her iki olguyu da ailenin çocuğa karşı yanlış davranışına bağlayan yazar, oyunun sonunda onlara tek seçenek olarak ölümü bırakır: Ailelerince de terkedilen eşcinsel ile AIDS'li gençten ilki babasının kendini öldürmesi için bıraktığı tabancayla intihar ederken, öteki morfini yeğler.Uzaklar ise, iki önemli toplumsal katmanın, aile ile okulun, hoşgörüsüzlük sonucu gençlere yaptığı baskıyı ve bunun doğurabileceği sonuçlan dile getirir. Hangi sınıfsal kesitten ve hangi amaçla olursa olsun, aile baskısı gençleri giderek yalnızlığa itmekte, kendi yetenek ve eğilimlerinden çok, anne va babanın özlem ve hırsları doğrultusunda onları yönlendirmeye çalışmaktadır. Öte yandan okulda, kendi baskıcı eğitim-öğretim yöntemiyle, ailenin yarattığı boşluğu dolduracağına onu daha da derinleştirmektedir. Benzeri yollarla özbenliklerinden uzaklaştırılıp olmadıkları, istemedikleri bir kimliği benimsemek zorunda bırakılan gençler kapıcının kızı Naile gibi, ya intihara kalkışırlar ki, bu kişinin kendine yönelttiği bir şiddet biçimidir ya da büyük tutkuyla bağlı olduğu resmi bırakan ve alkolik olan varsıl çocuğu Murat gibi, kendi kendilerine yabancılaşırlar ki, bu da ruhun paramparça edilmesidir. Sonuç mutsuzluktur, yitikliktir. Ona dayatılan çizgiyi izlemeyen bireyin toplumca cezalandırılmasıdır. Taziye'dcki topluma töreler egemendir; törelerle insanın trajik çatışması üstüne kurulmuştur oyun. Baştan sona, çevre düzenlemesinden söyleme dek, bir şiddet duygusu yaşatır seyirciye. Zifiri koyulukta bir kapı, göz kamaştırıcı ve delice bir ışık, kara tabanca, bir leş gibi getirilen ve oyun boyunca sahnede kalan ve girdiği her biçimde şiddet ve ölümü anıştıran kefen… Bir de kan egemendir sahneye. Çünkü söz konusu edilen kan davasıdır, her şeye ve herkese karşın öç duygusudur, insanlara kanlarının hesabını sormalarını buyuran törelerdir.Taziye, yaşama alanlarını kendilerine kurdukları kasrların yüksek duvarlarıyla, toplumsal yaşamlarını ise törelerin duvarlarıyla sınırlayan insanların artık çatlaklar vermeye başladığı bir dönemi ve ortamı anlatır. Ve verilen onlarca kurbana karşın töre hâlâ egemendir zira bu insanlara göre insan demek töre demektir, töre ise ölmektir, öldürmektir. Oyunun sonunda, töreler gereği, genç ağa annesini öldürür.
Gılgamış’ta başka bir çatışmaya, bu kez tanrı/insan çatışmasına tanık olunur. Ölümsüzlüğün peşinde olan insanın doğa ve kendi yarattığı tanrılar karsısında var olma savaşımıdır oyunda ele alman.
1900 sonrası oyunlardan biri olan Taziyenin yazan Muratiıan Kungan (solda l. Adalet Af)aoQlu'mın (sağda) 1971 yılında yazdıûı Kozalar İse atlanmaması gereken önemli bir yapıt.
Uruk kentinin kralı Gılgamış'ın daha oyunun başındaki tanıtımı şiddet dolu bir imge verir seyirciye; Gılgamış şiddetin ta kendisidir: "Uruk kentinin dur durak bilmeyen duvarcı kralı! Bir adım attı mı yerler sarsılırdı... Yaban boğası gibi böğürürdü sokaklarda. Bütün silahları kalkıktı. Oğulu babaya, maşuku aşıka, karıyı kocaya bırakmadı. Uruk kızlarını herkesten önce o kanattı!" Oyuna egemen olan ilişki biçimi de şiddete dayalıdır. Gerek ölümlülerin, gerekse ölümsüzlerin aralarındaki ilişki hep şiddet üstüne kurulmuştur. Söylem, davranış, hatta en şefkatli anlar bile her zaman sertliği, buyurganlığı, güç ve erk savaşımını sezdirir. Öte yandan oyunda insanoğlu, yapısı gereği, kötü olarak değerlendirilmektedir: İnsanoğlu zaten kötüdür ama ölüm korkusu onu daha da kötü kılmaktadır. Şiddetin büyük bir bölümünün söylem düzleminde yansıtıldığı, dilde yaratıldığı oyun yine de sevginin yüceltilmesiyle son bulur. Gerçek ölümsüzlük cana can katan sevgide yatmaktadır; ölümsüzlük Utnapiştim'in deyişiyle "çürüyen ette değil, dipsiz yürektedir."
Belirli bir düzenin ekonomik ve siyasal açıdan yaptığı baskı sonucunda yaşanan toplumsal çalkantıları konu edinen oyunlardan biridir Kırmızı Sokağın Suzanı. Bir genel şiddet ortamının (Makro ortam, doğrudan katılmamış olsak da olumsuz etkilerini yaşadığımız II. Dünya Savaşı) bir özel ortamı (Mikro ortam, İzmir Kadife Kale eteklerinde bir yoksul mahallesi) etkilemesi ve bunun doğurduğu şiddet ilişkileri tüm boyutlarıyla işlenmeye çalışılır.
Suzan’ın öyküsü başlar başlamaz seyirciye tanıtılan ailenin içinde bulunduğu ekonomik ve toplumsal konum, ekonomik yoksunluğun ve bunun sonucu olan toplumca dışlanma ve sömürülmenin belirtilerini oluşturur. Şiddet önce aile bireyleri arasında gösterir kendini. Ne denli sevgi dolu ve dayanışma içinde olsalar da, anne ve çocuklar arasında yaşananlar küçük ama yoğun şiddet patlamalarıdır: Anne kızlarına bağırır, küfreder, arada bir tokatlar, kısacası sıkıntı ve öfkesini onlardan çıkarır. Evin veremli kızı Akile ise çalıştığı tütün fabrikasında tutulmuştur bu hastalığa. Oyunda aile içinde ve dışında yaratılmış olan ortam çerçevesinde ele alındığında, verem hastalığı yoksulluğun yarattığı şiddetin bir başka görünümü olarak çıkar karşımıza. Nitekim oyunun sonuna doğru, maddi ve manevi olarak, ailesine daha çok yük olduğunu düşünen Akile, söz konusu şiddeti daha da ileri götürecek, kendini yok edecektir.
Dışarıdaki durum içeridekini aratacak niteliktedir, paraya sahip olan güçlüdür ve her türlü zorbalığı yapmaya hak kazanır. Her türlü kavga ve saldırının geçerli olduğu bu ortamda ahlaksal kurallar da erk sahiplerince değerlendirilmekte ve cinsel taciz, öldürme, yaralama gibi zorbalıklar olağan sayılmaktadır.
Düzen/İnsan çatışmasının neden olduğu şiddetin bir başka örneğini Kardeş Sofrası verir. İçinde din adamlarının da bulunduğu egemen güçlerin halkları ezmesini ve onları bastırmak için kullanılan kabagüce karşı gelmelerini anlatır oyun. Seyirciye, Çelebi Sultan Mehmet döneminde Osmanlı topraklarında, Fransa ve Roma'da yaşanmış olan benzer başkaldırıların öyküleri anlatılır. Fransa ile Roma olayları son derece kanlı bir biçimde bastırırken, kendi ülkesinde ayaklanma hazırlıklarını duyan Sultan Çelebi Mehmet, bunlara katılan herkesin katledilmesini buyurur. Bu arada başkaldıranlar, hangi dinden olursa olsun, kardeş olduklarına inandıkları tüm insanları aynı sofrayı paylaşmaya çağırmaktadırlar.
Oyunun her üç kesitinde işlenen önemli bir izlek de korkudur. Korku, ayaklanmaya yani karşı şiddete engel oluşturan bir duygu olarak değerlendirilmekte ve kesinlikle giderilmesi gerektiğine inanılmaktadır.

Giordano Bruno ile Karanlıkta İlk Işık
Her iki yapıt da aynı sorunu, din bağnazlığı/özgür düşünce çatışmasını ele alır ve yobazların şiddet uygulayarak kendilerini kabul ettirme çabalarının tarihsel örneklerini verir.
16. yüzyıl sonunda Avrupa'da yaşanan Giordano Bruno'da özgür düşünceyi savunan, insan aklının sınırsızlığına inanan ve kendine belletilenle yetinmek istemeyen bilim adamının önce Kilise tarafından baskı görmesi, ardından sekiz yıl Engizisyon'un işkencesine uğraması, sözünden dönmediği için de -halka ve onu izleyenlere ibret olsun diye- herkese açık bir alanda yakılması anlatılır.
Karanlıkta İlk Işık'ta ise yakından bildiğimiz Kubilay olayıdır yorumlanan. Burada karşı karşıya gelenler Cumhuriyet ve devrimleri savunanlar ile yobazlardır. Devletin de, düzeni sağlamak adına, başvurduğu şiddetin yanı sıra, oyunda asıl vurgulanmak istenen din bağnazlığının sınırsızlığı ve gözü dönmüşlüğüdür. Geçmişte geçen bir olayı bugünün gözüyle yeniden değerlendiren yazar, günümüzde de benzeri olayların yaşandığına değinir ve yakın tarihte (1987) Van'da oruç tutmadığı için yobazlarca katledilen öğrenciyi anımsatır sahnede.

Doğayı tüketen insan
Çöplük, bir parçalanmanın öyküsüdür; insanoğlunun kendi yarattığı çöplüğün bir öğesine dönüşmesinin çarpıcı göstergesidir. Bütünüyle eğretilemeler üstüne kurulmuş olan oyunda, doğanın bir parçası olan insanın onunla birlikte aynı yozlaşmayı, kimlik yitimini yaşaması anlatılır. Doğayı tüketen insan aynı zamanda kendini de tüketmektedir. Çöplük ile insanoğlu öylesine özdeşleşmişlerdir ki, kimi kimin yarattığı belli değildir, kimin kimden kurtulmak istediğinin belli olmadığı gibi. Her türlü kavram ve kuralın hiçbir anlam taşımadığı bu dünyada bir tek korku egemendir ve de onun doğurduğu öldürme duygusunun yarattığı şiddet. Çöplük oyununun her katmanından şiddet çıkar, iki erkek bir kadından oluşan kişilerin tümü de "çöplükte doğmuş piçler" olarak betimlenir. Çöplük onların ortak babalarıdır. Şiddet, insanların içinde yer etmiş, düşlere de girmiştir. Günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası olan ölüm ve korku, uykuda da onları rahat bırakmaz. Öte yandan, oyunda öylesine sık düş görülür ki, gerçeklik ile düş arasındaki sınır kalkmış gibidir.
Çöplüğün öteki oturanları arasında da acımasızlık ve zorbalık geçerlidir. Bölgede hiç bitmeyen çetin bir ölüm kalım savaşı yaşanmaktadır, kimse kimseye güvenmemekte, yeri geldiğinde baba oğula, oğul kardeşe düşman olabilmektedir. Ayrıca din de aynı sevgisizlik, sertlik ilişkisi bağlamında işlenir, inanç, artık insanı rahatlatan bir sığınak olmaktan çıkıp acı çektiren, suçlayan, korkutan bir kurum olmuştur; kısacası o da işlevselliğini yitirmiş, çöpe atılmıştır.
Çöplük oyunu, her şeyi çılgıncasına öğüten gerçeküstü bir dünya sunar seyirciye. İnsanın da bir atık maddesi kadar değeri olan bu şizofrenik ortamda insanlık onuru da kalmamış, yaşama ahlâkı yitmiştir. Ve yaşam ölüme, dayanışma şiddete, aşk ise vahşete dönüşmüştür.
Yalnızlığın Oyuncakları ile Kozalar'da başka bir sorgulamaya tanık olunur. Söz konusu oyunlarda, kendini toplumdan soyutlamanın ya da sindirilmişliğin hesaplaşmasına gidilirken bunlardan pay almış kişilerin, dolaylı veya dolaysız yaşadıkları şiddete değinilir.

Olup bitene katılmayanlar
Yalnızlığın Oyuncakları 2002 yılında geçer. Hayvanlardan bir tek sinekler ve Kurbağalar yaşamakta, türünün tek örneği olarak kalan kaplumbağa ise cam bir odada halka sergilenmektedir. Besinler hep dondurulmuş olarak satın alınmaktadır, kitaplar da yok olmuştur. Günbatımından sonra 60 yaşın üstündekilerin sokağa çıkmalarının yasaklandığı bu ortamda, elektrik ışığının aydınlattığı kapalı, neredeyse klostrofobik bir odada geçer oyun. Fazlasıyla uzun yaşamış (90'larında), ancak bisküvi, ıhlamur, çay ve kakaoyla beslenebilen ve pijama ile terliklerin dışında bir şey giymeyen insanlardır kahramanlarımız. Yaşamları boyunca hiçbir şey üretmedikleri gibi hiç kimseyi de sevmemiş, hiçbir şeyle ilgilenmemiş, "olup bitene katılmadan tanık olmayı" seçmişlerdir. Ve ne ölmüşler ne de tam yaşamışlardır hayatı; yarım kalmışlardır ve birbirlerine mahkûmdurlar. Aynı yerde birlikte yaşamaktan da bıkmışlardır ve birbirlerinden nefret ederler. Adı konmamış gizli, amansız bir şiddet ilişkisidir aralarında yaşadıkları. Birbirlerine sürekli olarak sözel saldırıda bulunurlar, itişip kakışırlar, karşı tarafı küçük düşürmek için fırsat kollarlar...
Yalnızlığın Oyuncakları’nın dışarıda olup biteni hiç anlamamış, anlamaya çalışmamış ve hayatı susma ile oturmaya indirgemiş kişileri, kendi yarattıkları dünyada birbirlerine saldırarak sonsuza dek kalmak zorunda olan dinozorlara benzerler.
Kozalar, titizlikle kurduğu korunaklı küçük dünyası içinde yaşamaya bakan bir kesitin, dışarıdaki şiddetten kaçamamasını anlatır. Oyunun ana kişileri yün ören, bol dedikodu yapan ve zenginlikle görgü konusunda birbirleriyle kıyasıya yarışan üç ev kadınıdır. Dünyadan habersiz olan bu insanlar kendi küçük sorunları dışındaki her şeye ilgisiz bir söylem ve tutum içindedirler ve bir şeye karışmamayı, fikir yürütmemeyi erdem sayarlar. Önce radyo haberiyle duyulan toplumsal sorunlara karşı ise tam bir kayıtsızlık yaşanmaktadır. Oysa "bize ne" dedikleri şiddet olayları giderek onlara yaklaşıp bir tehlike olmaya başlamakta ve korkaklık iyice açığa çıkmaktadır. Oyunun sonunda kapıya dayanan şiddet karşısında iyice kenetlenen kadınlar birbirlerini duymamakta, görmemekte, dokunamamaktadırlar. Kendi deliklerinde sıkıştırılmış farelere benzerler. Nereden çıktıklarını bilemedikleri ve giderek artan örümcek ağları bedenlerine dolanmakta, onları iyice sarmaktadır; ipekböceği gibi tortop olurlar. Sokak kapısı yumruklanıp ziller çalınırken kozalarının dışına çıkmak isteseler de çok geçtir artık, sesler de incelmiştir, böceklerinki gibi.
Yaşamları boyunca canlarını kurtarmaktan başka bir şey düşünmemiş, kendi sığ ortamlarının dışına çıkmaktan özenle kaçınmış olan kadınlar sonunda insanlıktan uzaklaşmış, böcekleşmişlerdir.
Çağdaş Türk Tiyatrosu'nda şiddet olgusunu araştırırken incelenmiş olan yapıtların çoğunluğu (on üç oyundan sekizi) hazır kalıplar sunma yerine, seyirciyi düşündürme ve aklına takılmış birkaç soruyla tiyatrodan çıkmasını sağlama çabasındadır. Daha çok dış ortamlarda geçer oyunlar ve şiddet çoğu zaman sahnede gösterilir, hatta kimi oyunlarda yaratılan uzama da yansır.
Sekiz oyun mutsuz, karamsar bir biçimde biterken, dördü yorumu seyirciye bırakır. Geriye kalan üç oyun ise mutlu, umutlu sonu yeğlemektedir ama bu o kadar zorlamadır ki, hiç inandırıcı olmaz. İnsanların içinde yaşadıkları kültürün özelliklerini yansıttıkları göz önüne alındığında Türkiye'de, yalnızca şiddet temasını doğrudan işleyen oyunların değil, daha birçok yapıtın sıvası kabaca kazıldığında altından sertliğin, umarsızlığın çıkması oldukça düşündürücüdür. Şiddet olgusu neredeyse ülkenin gizli bir dinamiği olarak gösterir kendini; seyirciye sergilenen ise, ayrımlar ve ayrıcalıklar üstüne kurulmuş bir düzenin çatlamasıdır.
İşin daha da ilginç yanı, gülmeye bu denli meraklı, güldürü oyunlarının dolup taştığı bir ülkede yazılan oyunların çoğunun insanları hiç de güldürmemesidir. Görülen odur ki, giderek kötüleşen siyasal ve ekonomik durumun toplumsal değerleri allak bullak ettiği, insan değerlerinin yittiği bir toplumda yaşanan kargaşa daha uzun süre sahnelerimizi etkileyecek ve gülmeye hasret kalmış seyircimiz şiddet oyunlarını seyretmeyi sürdürecektir.
1993 yılında Kültür Bakımlığı'nca düzenlenen tiyatro yazını yarışmasına katılan 141 oyunda işlenen konu veya izlekler, Türkiye'nin sosyo-politik görünümü ve onun kişilere yansıması bakımından ilginç ipuçları vermektedir. Oyunların büyük bir çoğunluğunda (dörtte üçü) bireyin kendini arayışına, var olma uğraşına ya da patlamasına tanık olunur. Ortaya şöyle bir tablo çıkar:
I. Toplumsal baskıya karşı savaşım
a) Geleneksel aile düzeni, ahlâk, evlilik kurumu, çağdaşlık sorunları
b) Çarpık düzen (Toplumun yerleşmemiş siyasal düzeninin hiçleştirdiği, sıkıştırdığı, çarpıklaştırdığı kişiler; bunların ilişkileri, toplum içindeki konumları...)
c) Darbe oyunları (Tümü 12 Eylül)
d) Göçmen sorunları, Ortadirek'in çıkmazları, köylerde yaşanan çağdaşlık sorunları (en azı)
II. Psikiyatriyle ilgili sorunlar
Bunlar ya bir psikiyatri kliniğinde geçer, ya da akıl hastanesinde. Bir de yine bu kümeye giren, kendi kendiyle hesaplaşma oyunları vardır.





  • YAYIN ADI:
    Cumhuriyet Kitap
  • YAYIN TARİHİ :
    11 Aralık 1997
*
*
aile, a. fugard, antigone, ast, a. vitez, anlatı, bilsak tiyatro, bilsak tiyatro atölyesi, b. karasu, b. necatigil, birey, brecht, boulgakov, baskı, birey olma, bir halk düşmanı, beden, bakış, bakan, bakılan, baktırma, büchner, chéreau, cinsellik, claudel, çağdaş türk tiyatrosu, çağdaş tiyatro, çocuk/birey, çehov, çocuk oyunları, çocuk tiyatrosu, çağdaş sahne tasarımı, dil/beden, damıtılmış kırmızı, doğu-batı uygarlığı, dil/düşünce, düş/gerçek, dil ve düşünce, dram, danton'un ölümü, doksanüç, dil, dramaturgi, dramaturg, dostoyevski, dekor, dil arayışı, ellen stewart, eylem/özgürlük,